27 Eylül 2013 Cuma

Kuru Şampuan

Saçlarımla aramda bir nefret aşk ilişkisi var. İnce telli, düz, açık renkli olmalarını seviyorum. Ama diğer yandan yıkandıktan iki gün sonra yapış yapış olan yağlı yapıları var. Her gün yıkanmayın diyorlar ki zaten her gün banyo bayar, üşenirim. İlk gün iyi hoş, sorun yok ama ikinci gün sanki 1 haftadır yıkanmamışım havasına bürünüyor ki oldukça sinir bozucu.



Bir sürü markanın ayrı ayrı şampuanlarını denedim. Yani bazıları diğerlerine göre daha iyi ama sonuçta şu ana kadar hiç biri beni tam olarak tatmin etmedi. Sanırım 5-6 ay önce blog siteleri, forumlar arasında dolanıp yeni bir şampuan aranırken keşfettim kuru şampuanı. Ne kadar zamandan beri piyasada bilmiyorum ama kim icat ettiyse allah razı olsun çünkü gerçekten işe yarıyor.



İlk John Frieda'nın kuru şampuanını aldım. Fiyatı 20-30 TL arasındaydı. İlk denemem olduğu için hiç bir beklentim yoktu. O yüzden işe yaradığını görünce baya bir heyecanlandım ve bittikten sonra diğer markaları denemeye başladım. Bir sonraki aldığım Toni&Guy'ın kuru şampuanıydı. Bundan daha çok memnun kaldım ama 40 TL gibi bir fiyatı var ki bence anlamsız fazla. Şu anda ise Schwarzkopf'unkini deniyorum. Ve kesinlikle en çok bundan memnun kaldım. Hem 18 TL gibi uygun bir fiyatı var hem de gerçekten çok işe yarıyor. Bundan sonra daha fazla aranmak yerine bu markadan devam edeceğim sanırım. Tabi bu muhteşem ürünün saça olan zararları hakkında hiç bir fikrim yok. İçeriğini de kurcalamadım. Ya zaten belki hiç bir zararı yoktur diye kendimi kandırmaya çalışsam da pek sanmıyorum ama umurumda da değil açıkçası. Beni büyük bir dertten kurtardı sonuçta.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Bir dönemin bitişi: "Zaman Çarkı"

2004 senesinde başladığım "Zaman Çarkı" (The Wheel of Time,1990) maceram 2 hafta önce son buldu. Son kitabın, son sayfasını kapattıktan sonra tarif edilemez bir boşluk hissettim. Okurken ara ara ağladığımı da itiraf etmem lazım. 14 kitaptan oluşan "Zaman Çarkı" şu ana kadar yazılmış en epik fantezi serilerinden biri olmasının yanı sıra benim için ayrıca önemliydi. O karakterlerle beraber bende büyüdüm resmen.



Korkunç sayıda barındırdığı karakterleri, ayrıntılı ve çeşitli kültürleri, aynı anda gerçekleşen maceraları hakkında saatlerce konuştuğumu bilirim. Tabi bu kadar sevdiğini söylerken seriye ne kadar hakimsin diye sorsalar anında uzarım oradan. Neredeyse her kitap arasında 1-2 sene beklemek zorunda kaldığım için unuttuğum çok şey var. Son kitapta bir çok karakteri tekrar görüyoruz ve bir çok kere 'bu kimdi yahuu' diye sormadım değil. Spoiler yeme korkusuyla da wikiye de bakamadım. 1 sene içerisinde tekrar en baştan başlamayı planlıyorum. Bu sefer daha sindire sindire okuyacağım. 1000 sayfalık kitabı sanki biri kaçıracakmış gibi 2 günde bitirmeyeceğim. Hatta zibilyon tane karakteri düzgün hatırlayabilmek için sözlük bile tutmayı düşünüyorum.



"Zaman Çarkı"yla, favori karakterlerimle ilgili yazabileceğim çok şey var ama şimdilik sadece son kitap olan "Işığın Anısı"ndan (Memory of Light, 2013) bahsetmek istiyorum. Robert Jordan'nın serisini bitiremeden vefat etmesi yüzünden son üç kitabı Jordan'nın notlarından faydalanarak Brandon Sanderson yazdı. İlk iki kitap gayet başarılıydı, Robert Jordan'nın eksikliğini pek hissettirmedi. Ama ben açıkçası son kitapta hayal kırıklığına uğradım. Çok daha farklı bir son beklerdim. Ama benim için sorun sadece son da değil, kitabın geneli. En sevdiğim karakterlerin geri planda olması, olay örgüsü... Kitabı bitirdikten sonra hissettiğim boşluk bir süre sonra öfkeyle yer değiştirdi ama tabi elden gelen bir şey yok. Zaten seriye tekrar başlamak istiyordum. Son kitaptan sonra ise kesin karar verdim.






5 Eylül 2013 Perşembe

"Korku Seansı"

Eskiden neredeyse vizyona giren her filmi sinemaya gider izlerdim. TV teknolojisinin gelişmesiyle doğru orantıda artan tembelliğimin üzerine sinemanın ekonomik boyutunu da ekleyince gitme sıklığım gün geçtikçe azaldı. Hatta artık neredeyse 'en son ne zaman gitmiştim yaa' diyecek kadar az. Sinema alışkanlığım yerini o hafta çıkan her DVD'yi almaya dönüşmüştü. Arşiv ve koleksiyon hastalığımın azdırdığı DVD alma manyaklığım da, internetin hızlanması ve torrent gibi tanrı vergisi icatlar sayesinde neredeyse bitti. Ancak kullanılan mekanlar yada aletler değişse bile,  film ve dizi izlemek hala en keyif aldığım şeylerden biri.

Doğum günüm nedeni ile Cinemaksimum bana bir kıyak yaptı ve istediğim bir filme 2 kişilik sinema bileti hediye etti. Beleş bilet olunca eşimle beraber uzun bir aranın ardından sinemada film keyfi yaptık. Seçtiğimiz film ise: "Korku Seansı" (The Conjuring, 2013) Filmle ilgili yorumlarıma geçmeden önce şunu belirtmem lazım. Sinema da film izlediğim süre boyunca aslında yok pahalı, aman evde daha rahat önermelerinin ötesinde neden artık sinemaya gitmediğimi anladım. Etrafımda yanındakiyle hiç durmadan konuşan çiftlere gidip kafa atasım geldi. Abartmıyorum. Yani korku filmi esnasında insanların dikkatli olması lazım yoksa bir cinnete bakar her şey. Gerçekten film izleme kültürü olmayan bir toplumuz. Ne emeğe ne de etrafımızdakilere saygımız var. Daha uzun uzun yazar, söverim de kendimi gaza getirmekten başka bir şeye yaramaz.



"Korku Seansı", "Testere" (The Saw,2004) filminin yaratıcısı tarafından yönetilmiş. İçinde türünün bütün klişelerini bol bol barındıran, gerçek bir hikayeden uyarlandığını iddia eden bir korku filmi. Hiçliğin ortasındaki eski eve taşınan, bol çocuklu mutlu bir Amerikan ailesi ve onlara musallat olan doğaüstü varlıklar. Ama (koca bir AMA) film boyunca gerilmekten kopma noktasına geldim. Baya baya bazı sahnelerde gözümü kapattığımı itiraf etmem lazım. Filmin bazı yerlerinde temposu düşse de, genel olarak beni oldukça tatmin etti. Yani senaryosuna çok takılmadan, gerilmek ve korkmak asıl amaçsa, bu film bunları oldukça yerine getiriyor. Ayrıca bir korku filmine göre, görüntü ve mizansenin de gayet başarılı olduğunu söylemem lazım. Yani bence her türlü gideri var.